Bahçelievlerde Kuşburnu
Evden çıkarken acele elime gelen bir çay poşetini termosun içine attım. Ofise geçip, sıcak su ekler; güzel bir şeyler içerim diye. Form çayı bir de yanında Almanca başka açıklamaları var, bana anneannemi çağrıştırdı birdenbire. Doksanların Yenibosna’sı, anneannemin evindeyim, öyle gecekondu falan değil baya -daha sonra ilçe adı olacak- bahçeli ve eh biraz da şirin evler var etrafta. Ya bu bahçelerde ayıptır söylemesi şimdi pazarda bulamayacağımız meyveler vardı da anneannem olmadan koparacak çocuklara karşı küçük sürprizler hazırlamıştı verandasında. Anneannem gaddar değildi ama olmadan koparılacak meyveyi kim yemeyi aklına koysa hemen o küçük sürprizlerin acısını hissederdi. Meyveler olsun hepsiyle paylaşır elbette. Ya bu çocuklar benim gözümde hepsi abimin arkadaşıydı, hep öyle çağırırdım “anane abimin arkadaşları geldi taş at”, e abim hem kızar hem de darılırdı, tanımazdı da çoğunu ama benim gözümde hepsi abimin arkadaşlarıydı, e sonuçta akranları ne olacaktı. Bütün yaramazlık onlarda bütün anarşinin sebebi hep onlardı, hepsi bir çeteydi işte benim gözümde.
Çay hem sesteştir hem de yan anlamları olan bir sözcüktür Türkçede. O sesteşlerden birisi, Çincedeki 茶‘dan gelmiş olup ilk anlamı Camelia Sinensis bitkisi, bu bitkinin yapraklarından işlenmiş ürünleri ve bunlarla demlenen içeceklerdir. Yan anlamı ise bu içeceğe benzeyen diğer içecekler ve bu benzer içecekleri hazırlamakta kullanılan işlenmiş -çoğunlukla bitki- canlı uzuvlarına verilen addır (Bakınız: bitki çayı). İşte anneannemin evini hatırlatan çay o yan anlamda bir çaydı. Ne oldu ilk anlamda çayımıza ben yıllar sonra anneme sordum, “Ya biz, kuşburnu, form bir sürü sallama çay içiyorduk ben hatırlıyorum, neden öyleydi?” Annemin cevabı hazırdı, “Çaylar mı radyasyonluydu, ne! Çernobil’den sonra…” Ah anneannem tabi yetiştir onca çocuğu gönder Avrupa’nın şehirlerine onlar da sana sallama bitki çayları göndersinler. Hepsini beraber içtik bugün aynı kutuda aynı bitki çayını bulunca beni anneanneme götüren de oydu. Hep bu yokluklar yeni varlıkları yarattı. Bugün, Türkiye’ye gelen turistler Türk Kahvesi ya da Doğu Karadeniz Çayı ile dönmüyor hatıralarında, hepsi bir tutturmuş elma çayı çok güzel, kuşburnu çok güzel bilmem ne. Demek bunları artık pazarlayan olmuşuz. Radyasyonlu çay krizi, bitki çayı çeşitlerini kazandırmaya o günden başlamıştı. Bitirelim mi anneannemin hikayesini burada sırada babaannemin hikayesi var.
Komşudan Demlik
Pınarhisar’dayım, dedemin nedense böyle güzel bir yerde bir bahçesi yok bahçesi yok ama her bulduğu iki taş arasına neler ekmiş sokakta ıhlamur ağacı ve kapının ağzında zerdali ağacı mı yok! Ihlamurun bir çiçek açıp da henüz tozumadığı bir dönem var tam o dönemde sabah erkenden kalkıp ıhlamur toplamanız gerekir, sabah erkenden yapmazsanız ıhlamur sıcakta gevrekleşir toplarken parçalanır, bir hafta geciktirirseniz çiçeği tozur ıhlamurun çayı fazla tozlu olur, bir hafta daha geciktirirseniz avucunuzu yalarsınız ıhlamur meyve olur ki ondan çay yapılmaz. İşte böyle bir dönemde ağaca merdiven dayanır yaprak oranını çok abartmadan ıhlamurlar çiçeği ve yanındaki körpe yapraklarıyla beraber toplanır. Sonra sıcak ama doğrudan güneş görmeyen temiz bir odada kurutulur. İşte ben de tam o dönemde gelmiştim, hatta biraz tilkilik yapıp benim tam o dönemde gelmemi ayarlamışlardı Pınarhisar’a ki hani torun toplasın işe yarasın neyse. Topladık serdik şu hiç girilmeyen misafir odasına. Babaanneme neyi çağrıştırdı konu nasıl açıldı pek hatırlamıyorum ama babaannem bir anısını anlatmaya başladı.
Babaannemin hikayesidir ve ne yazıktır ki tam tarihi bilmiyorum. Babaannem yeni gelin, köyden Pınarhisar’a gelin gelmiş. Misafire ikram edilecek içecekler sınırlıymış o zaman bizde, soğuklardan, ki babaannemin hepsine soğukluk (ya da sokluk) dediği ev yapımı meyve suları ve sıcaklardan türk kahvesi ve ıhlamur var. Babaannem İstanbul’dan gelen misafirlerine boş bulunup sorar: ‘’Ne içerdiniz?” Cevaplanır, “Zahmet etmeyin bir çayınızı alırız”. Babaannem çayı ilk kez duymadığı üzerine kısaca bir, duyardık çay falan, açıklaması getirdikten sonra, aslında ilk kez çayla o gün tanıştığını da itiraf etti. Bir komşusundan demlik ve çay aldığını arka kapıdan gizlice mutfağa giren komşusunun çayı demlediğini anlattı. Şimdi sorsan, çay ülkemizin kültür simgesi lakin babaannemin cumhuriyetten küçük olduğunu biliyorsak yani cumhuriyet tarihimizin yeni gelin yıllarında bile çayın öyle kültürümüzün bir parçası olmadığını görürüz. Bir aile turu olarak yakın zamanda gittiğimiz bir iki gece kaldığımız Makedonya’da bile çay istediğimizde hala orada yaşayan Türklerin birbirine telefon edip bir şekilde demlik ve çay tedarik ettiğini bizzat görmesem. Babaannemin anısını bu kadar gözümde canlandıramazdım. Trakyalı babaannem artık her sabah demlediği çaya yenik düştü, Makedonya’da çay ile tanışıklığı olmayan Osmanlı kültürü yaşıyor hâlâ. Her yerde Türk kahvesinden başka bir şey göremezsiniz. Osmanlı tarihinde, baskıcı yönetimlerin nedense hep savaş verdiği o kahve cumhuriyet döneminde, artık Yemen diye ilin sınırlarında bulundurmayan genç Cumhuriyet’e lüks olmuştu.
Molla Dedenin Kahvesi
Yaklaşık 1990 doğumlu olup da hayatının bir döneminde kafe mi açsam diye düşünmemiş gencimiz var mı? Ya bırakın saklanmayın. Şimdi her yerde var o taze kahveler, sulu ya da sütlü espressolar yok bilmem kaçıncı nesiller falan. Şundan dört beş yıl önce her yerde yoktu. Bırakın Türk Kahvesini, sıcak suya döktüğünüz tozları içiyordunuz kahve adıyla hep o doksanlar öncesi kuşaktan abilerinizden gördünüz. Hatta anneannemin evine gelen sallama çayların yanında bir de o granül kahveler vardı ki sokaktan aldığımız sütün ilk kaynamış haline şeker ile karıştırıp içerdi anneannem ile abim. Ben de üniversite sınavına hazırlanırken tanıştım onlarla, şu testi de çözelim şu testi de çözelim şu kahveyi de içelim üç saat yatalım sonra sabah okula gidelim, sonra dershaneye geçelim. Halbuki ne güzel rüyalar görebilirdik üç saat fazla uyusak. Hepimiz zeki değildik, hepimiz aynı yeteneklere de sahip değiliz neden zorladınız bu kadar! Neyse üniversitede bir ders vardı seçmeli, Girişimcilik ve İş Kurma, ödevde iş planı yapılmalı, yaptım mı iş planına bir taze kavrulmuş kahveden odun közünde Türk Kahvesine kadar detaylı kafe planı. O öyle bir ödevdi işte. Maksat detaylı iş planı nasıl yapılır onu kavramak. Yıllar sonra dedem gene geçmişten anılarını anlatmaya başladı ve molla babasının ek işi ‘kahvehanesinden’ bahsetmeye başladı.
Türkiye’de nereye giderseniz gidin illa bir kahvehaneye rastlarsınız, oralarda dershanelerde fazla bilgi vardır inanın. Ama bu kahvehane ismi bana samimiyetsiz gelir, herkesin oturup çay içtiği sabahları gazete okunan öğlen kumar dönen akşamları gizli gizli viski içilen bu yerlerin bence kıraathane, lokal, çayevi olarak anılması daha samimidir. İşte dedemin babasının bir kahvehanesi olduğu bilgisi bana bu yüzden pek de havalı gelmemiştir. Camiden ayrılan büyük dedemin birden o entelektüel din adamı şeklini bozup sağ kulağının arkasında kalem saklayan çay getirip götüren alelade bir kahveciye dönüşmesi arada kumandayı eline alıp kanalı değiştirmesi boşları toplaması beni yaralardı. Ama dedemin o gün verdiği ayrıntılar pek de bugünün kahvehanelerine benzemiyordu. Ne bileyim babamın Kurukahveci Molla Mustafa’nın torunu olduğunu! Dedemin anlatış tarzından bizzat aktarıyorum, “Molla babamın kahvehanesi vardı Atatürk heykelinin yanında, anadın mı! Kahve gelirdi yeşilden, anadın mı! Onu kavururdu deden, anadın mı! Ben de giderdim yardımına, köyden bir aga gelmiştir ünler -Cafer! Köz getir!- közü te oradaki üstü açık sobadan getirirsin tütünü sarar anadın mı! Közle sigarasını yakarsın. Kimi nargile içer kimi tütün hepsine köz gerekir. Sonra kahvesini getirirsin, anadın mı! Közde kahve uzun uzun pişer onca emek onca telaş, aga kalkar ayağa beline sardığı kuşağını açar oradan bir kaç kuruş çıkarır verir. Gençler gelmezdi kahveye, kahveye vereceğin paraya yanda dükkânda antep fıstıği olurdu bir keseye doldur hem yürü hem ye derken akşam edersin, anadın mı!” Büyük dedemin mollalığı müezzinliği yanında bir meziyeti daha girdi gözüme, şu Osmanlı tarihinde duyduğumuz çalgılı tiyatrolu olmasa da bir kahvehanesi vardı, ortada közü olan. O çay ve soba kokan günümüz kahvehanesi gitti, tütün, tömbek ve kahve kokan kahvehanesi geldi bir anıyla. İyi ki de anlatmış rahmetli neden bu kadar geç anlattı ki. Meğerse ben de Doyran’lı Kurukahveci Molla Mustafa Efendi’nin mahdumlarındanmışım!
Maddede Esrar
Bu yazıyı yazarken yakın zamanda bir psikiyatri uzmanımızın yazısına denk geldim şöyle diyor yazısında, yazısına şöyle başlamış:
Esrarın ‘kimyasal’ bir madde olmadığı, ‘sigaranın daha zararlı olduğu’, herkesin kullandığına ilişkin yanlış bilgi, esrar kullanımını masum göstermek amacıyla gençler arasında bilinçli bir şekilde yayılmaktadır. Oysa esrar içinde 500’e yakın kimyasal madde barındırır.
Kendinin cahil olmadığına eminim ama sırf savunduğu şeyi haklı çıkarmak adına şu son cümleyi yazmış olması yazarını cahil yerine koyduğu ve cahile anlatır gibi anlatması canımı sıktı. Oysa esrar, yani kenevir bitkisinin çiçeği 500’e yakın kimyasal madde içerirmiş. Doktor hanım biz cahil miyiz? Sentetik uyuşturuculardan bahset toplumu bilgilendir sırf sen öyle düşünüyorsun esrarın geçiş maddesi olduğunu savunuyorsunuz diye neden bizi cahil yerine koyuyorsunuz? Çay’da kaç tane kimyasal madde var, ıhlamurda kaç tane kimyasal madde var, nanede kaç tane, kahvede kaç tane? Su, eğer H2O derseniz kimyasal madde içinde NaCl deseniz o da kimyasal madde. Şimdiden içtiğimiz suda üçe beşe yakın kimyasal madde buldum o zaman, yazın kocaman kocaman ‘bir geçiş maddesi olarak su’. Kimyasal madde denildiğinde toplumda öcü olursun, kafein bir kimyasal maddedir, flavonidler kimyasal maddelerdir. Neyse. Ama bir psikiyatri uzmanının gazetede yazısına yeşil ay afişi gibi klişe bir sesle başlaması bence hoş değil. Kediler bile doğal olarak kedi otuna bağımlı yaşıyorlar. Madde bağımlılığı çok basit bir isim, hayatımızda bağımlı olduğumuz o kadar çok kimyasal madde var ki, su, nikotin, kafein, etil alkol, glikoz. Ama sizin bu maddelere takıntı derecesinde bağımlı olan insanların sorununu çözmeniz gerekmez mi? Öte yandan noktası noktasına sizinle aynı görüşteyim, bağımlılıklar özendirilmemeli. Belli maddeleri kullanmak ya da kullanmamak insanların özgür iradesine bırakılmadıkça onlar uyuşturucu madde olarak kalacaktır. Bu özgür iradenin de hiçbir algı operasyonuna maruz kalmamış olması gerekir. Alkol de esrar da kişinin hayır diyebilirliğini kırdığı için kötü ortamlarda tehlikeli uyuşturuculara davet çıkarır bu da sıralı bir akran baskısıdır, alkol bağımlığı da esrar bağımlılığı da aynı derecede tehlikelidir hepsi de hayatımıza akran baskısıyla girdiler tıpkı sigara gibi. Keşke modern çağda büyüyen nesillerimiz yeni nesillerinde gördüğü uyuşturucuların benzerlerinin kendi nesillerinde olduğunu de görseler. Rap ve uyuşturucu diye özetledikleri post-modern kültürel emperyalizmin geçmişte X ve alkol olduğunu ve alkole ve X’e nasıl da kanıksamış olduklarını görseler. Neymiş gençliğe karşı cephe aldıkları şeyler kendilerine o kadar da yabancı değilmiş. Çürüten emperyalizm, şiir, alkol ve romantizm. Bence oldu ama komik ya da kötü oldu. O yüzdendir, çürüten emperyalizm, rap, uyuşturucu ve sapkınlık da bir o kadar komik ya da kötü. Benim hep kurtulmak istediğim bağımlılığım ise glikoz ve o da epey ciddi. Gülünmez, gülünç duruma düşürülmez meselelerdir bunlar ama ne yazık ki hafife alıyoruz.